Diyojen, Nietzsche ve Üst-İnsan

Diyojen’in elinde fenerle insan aradığı resmi bilmeyen pek azdır. Yıllar evvel o resme baktığımda, Diyojen’in yanında dikilen lacivertli adamı Nietzsche’ye benzetmiş, gülümseyip geçmiştim. Yakın bir zamanda resim bu kez bilincimde parladı ve o adamın gerçekten Nietzsche olduğuna karar kıldım. Heyecanla gözlerim büyüdü, böyle ‘gereksiz’ şeyler beni heyecanlandırır. Neyse, bu hisler edebiyatın konusu ve benim edebiyat yapmaya niyetim yok. Bu karara nasıl vardım, onu anlatayım. Anlatırken de tehlikeli sularda yüzeyim, keza başka türlüsü güç.

Diyojen fenerine sarılıp ‘insan aramaya’ çıktığında, gerçekten insan mı arıyordu? Elbette hayır. ‘Gerçek’ bir insan bulamayacağını biliyordu ve elinde taşıdığı simgesiyle söylemek istediği tam olarak buydu. Bu çok ciddi bir saldırıydı. Nietzsche o’nu gördüğünde şöyle söyledi; ‘’İnsanı aramadan önce, feneri bulmuş olmak gerekir.’’ Diyojen feneri bulmuştu. Platon’un ‘’Çılgın Sokrates’’ olarak adlandırdığı bu adam, m.ö. 413-327 yılları arasında yapıyordu bunları. Ve şöyle saldırıyordu içinde bulunduğu kültüre; ‘’Sadece görünüşünüz insana benziyor, içiniz birer maymun. Sizde her şey görünüş. Hiçbir şey bilmiyorsunuz, bu yüzden doğa sizden öç alıyor.’’ (Atinalılar’a lanet okuduğu bir mektubundan (28) alıntı.)

Bu sözler bilincimde yankılanırken, Diyojen’in yanı başında dikilen adamın Nietzsche olduğunu daha net anladım. Diyojen o’nu görmeden geçiyor, görmesi imkansız. Nietzsche ise o’nu izliyor ancak seslenemiyor, seslenebilmesi imkansız. Bu imkansızlıklar içinde, fırçasını bir deklanşör gibi kullanan ressama yakalanıyorlar: Uzay-zaman’da bir bükülme, kültürel bir solucan deliğinden geçiş anı. (Heyecanlanmamın sebebi de bu. Yaratılmış’ı baştan yaratıyorum ve yarattığımın karşısında kendimi ikna ediyorum.)

1844-1900 yılları arasına yansıyor Nietzshe’nin solucan deliğinden dönüşü. Ve şunları söylüyor; “Maymuna oranla insan neyse, insana oranla insan üstü de odur.” Burada insan üstü’nü aramak için uzağa gitmemeli, Diyojen’in ‘insan’lara nasıl seslendiğini hatırlarsak, üst-insan’ın ne olduğu daha net kavranacaktır. O; saldırıyı derinleştirmesi, aşması ve ortaya bir amaç koyması gerektiğini biliyordu. Kültürü yerden yere vurarak üst-insan’ı amaç olarak koydu. Asırlar geçmiş olmasına rağmen, Diyojen’in sorununun hala tazeliğini koruduğunu görüyordu. Ancak şöyle bir sorunu vardı; amacı sistematik hale getirebilmesi için, önce aşılması gereken şeyleri yıkması gerekliydi ve insanlar yıkımı yani araçları kavramaya dahi çok uzaktılar. (Bu yüzden çekiçle felsefe yaptı.) Bu tehlikeli göreve atılırken, hiçbir alışılmadık kelime sarf etmemesine rağmen, yanlış anlaşılacağını bilerek yapıyordu bunu. Çünkü onda alışılmadık olan kelimeler değil, kelimelerin anlamları ve yan yana gelişleriydi. (Kurgunun dışında olan birinden, her kelimeyi kurguya özgü anlamlarla kullanmasını beklemek ahmaklıktır. Evet, ‘her şeyini’ tek tek açıklama zahmetine girişmedi, çünkü sonunu ve onların ‘kulaklarını’ biliyordu.) Şöyle söylüyordu sonra; ‘’Kaderimi biliyorum. Bir gün beni adım çok korkunç bir şeyin hatırasıyla anılacak. Dünyada eşi olmayan bir krizle, insanoğlunun elde ettiğine inanılan ne varsa, vicdanla en temel çatışmasını yaşayacak bir kriz. Kabul ettiğiniz idealleri anlayabiliyorum. İnsanın ne olduğunu görüyorum. İnsanca, pek insanca…’’ Haklı çıktı. Onu tarihin en karanlık köşeleriyle özdeşleştirip hapsettiler. ‘’Beni ancak geleceğin, yüzyıl sonrasının insanı anlayacak.’’ ve ‘’İnsanoğlu bilgiye hizmet etmemeli, bilgi insanoğluna hizmet etmeli.’’ sözlerini de hatırlayalım. (Bugün, 20.yy ikinci yarısından beri diyelim, felsefesiz bilim yapılamayacağı seslerinin epeydir yükselmekte olduğunu biliyoruz. Ve tüm yaşam biçimimizin alt üst olacağı, değerlerin baştan belirleneceği, bambaşka bir yaşam kültürüne evrileceğimiz zamanların eşiğindeyken; fizikçiler ‘insan-üstü’ bir türe geçiş yapma zorunluluğumuzdan ve bunun olasılığından söz ediyorlar. Ve bunun yüzeysel bir geçiş olmaması adına, felsefesiz bilim yapılamayacağı sorununa atıfta bulunuluyor.)

Diyojen'i daha üstün yapan, daha 'insan' yapan neydi? Kültürel gelişmişliği, birey olarak gösterdiği var olma eğilimindeki kuvvet, kurgudan kopuşu: Bir irade timsali! ''Sadece görünüşünüz insana benziyor.'' derken, insan olma mücadelesinin içsel, derinlikli bir şey olduğunu belirtiyor ve zekanın evrimine, kültürel sıçramaya göz kırpıyordu.

Parantez aç. Sosyal Darwinizm’in (Aslında Spencerizm olmalıdır ismi.) ‘’zayıfları egale ettiği’’ sistem; doğal seçilime değil, bir nevi yapay seçilime dayanmaktadır. Bir güç kıstası olarak para, özel mülkiyet, ırk vb. şeyler; bu sakat kültürün kokuşmuş dayanakları, kıstaslarıdır ve doğaya aykırıdırlar. Bu konuyu sayfalarca yazabilirim ama yeri değil. Başka bir başlıkta ele alalım. Parantezi kapat.

Üst-insan; evrime atıfta bulunur ancak bu zekanın evrimidir, kıstası nitelikli zeka’ya dayanır. Bu noktada sözü Nietzsche devralır ve şunu söyler; ‘’Siz bugünün yalnızları! Siz ayrı duranlar! Bir gün gelecek, birleşip bir ulus meydana getireceksiniz. Kendi kendinizi seçtiğiniz sizlerden, seçkin/nitelikli bir ulus doğacaktır. Bu ulustan da üst-insan çıkacak.’’ Nietzsche ‘’en azların’’ birlikteliğinden oluşacak yeni insana işaret eder. ‘’Ayrı duranlar!’’: Kurguyu aşmış nitelikli zeka.

Nietzsche ‘’İnsan aşılması gereken bir şeydir.’’ derken, tıpkı Diyojen gibi, kültürün aşılması gerektiğini gösteriyordu. (İkisinin arasında, tüm bunları dolaylı ya da dolaysız, hafif ya da çok sert bir dille ifade eden birçok insan yaşamış olsa da konumuzun başına atıfta bulunarak bir tabloya sadık kalmam gerektiğini hatırlatayım.) Ve sözünün devamındaki şu soruyu da tekrar sormasına fırsat tanıyalım;

‘’İnsanı aşmak için ne yaptınız?’’

Keza sorun, Diyojen’den beri güncelliğini koruyor. Tüm bunları acımasızca ve gaddarca bulanlar, henüz yaklaşan ve içinde bulunduğumuz kaotik cellatlığın farkında olmayarak; somut sandıkları birkaç kutsal ifadenin, sözcüğün ve uyuşturucu etkisi taşıyan yöntemlerin arkasına sığınıyorlar. Biz yalnızca sözcüklerle savaştık ve yerlerine aynı işleve sahip yenilerini getirdik. Kültürün de entropisi var, barbarlığın aşıldığını mı sanıyorsunuz?

N. Toygar Ateş


İlk paylaşıldığı site: Düşülke Yayınları Blog - 12 Ekim 2017

Yorumlar